Salı, Şubat 22, 2011

az önce fark ettim ki erişim yasaklarından yırtmak için kullandığımız oynak dns ayarları yüzünden, bir gün burdur'dan, bir gün kocaeli'nden giriyorum internete. orda burda gezinip izimi belli etmemek için işime gelse de, sitemeter filan gibi uygulamaları önemli ölçüde işlevsiz kılıyor bu durum. yani kendi stalker'ımı stalk edemeyeceksem nerede bu işin eğlencesi? her neyse, eğer burayı günde sekiz kere ziyaret etmek gibi bir zevkiniz var ise, bunu gönül rahatlığıyla yapabilirsiniz yani, anlaşılmaz merak etmeyin.

Perşembe, Şubat 25, 2010

böyle sabaha kadar uyumayıp, gündüz vakti birkaç saat uyuyup güne devam edince, sonra arkadaşları eve rakı içmeye gelince filan, hangi gün içinde olduğu bilincini yitiyor insan. ama güzel, uykusuzluk kafasını seviyorum ben zaten. koskocaman bir evde iki kişi yaşamanın verdiği rahatlığı da seviyorum.

bir de isminiz anlamı çok net, cümle içinde kullanılabilecek bir sözcükse eğer, o zaman şarkı dinlerken algıda seçicilik yaşamak kaçınılmaz oluyor. hihih.

bir de yeni türkü'nün hastasıyım yahu.

Salı, Ağustos 25, 2009

internetin yarısına girip diğer yarısına girememek de bizim ülkemize has bir durum olsa gerek.

Pazar, Mayıs 17, 2009

my favorite quote.

"Only kings, presidents, editors, and people with tapeworms have the right to use the editorial 'we.'" — Mark Twain

bu aralar pek başka bir şey düşünemiyorum. yakın zamanda aranıza dönmeyi umuyorum. and i wish i was a person with tapeworms. öperim.

Perşembe, Mart 05, 2009

bizimki de blog mu yani.


the lake room.
adam kardeş yaşıyor. sonra bir de yazıyor. bu adam bizim yaşımızda filan. bir yandan sevgilisinden ayrılıp annesinin evine geri taşınıyor, grandma shirley'sini hastanede ziyaret ediyor, sonra gelsin gossip girl'ler, peaches geldof'lar, paul auster'lar filan. hayat, beni neden yoruyorsun diye soruyor ve ardından adam'cağızıma şu şarkıyı gönderiyorum: henüz üç yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyorum. kimya dawson'u bile geçtim. kıskanıyorum. kıskanıyorum.

Pazartesi, Şubat 23, 2009

kırmızı halı'yı izlerken o kadar sıkıldım ki, töreni izlemeden yatıyorum. ayrıca son birkaç seferdir buraya bir şeyler yazmaya niyetleniyor, bir ya da iki cümle sonunda vazgeçip siliyorum.
matthew broderick çok mutsuz görünüyordu sjp'nin yanında. brangelina desen bitmiş. en güzel elbise adayım da miley cyrus. of evet çok sıkıldım. iyi geceler bana.

Pazar, Şubat 01, 2009

cevap veriyorum.

merkez betlik hakkında fazla bir şey bilmiyorum. 97 yılında 15 yaşındaydım.

Pazartesi, Ocak 26, 2009

you don't have to be a scientist to do experiments on your own heart.

Pazartesi, Eylül 29, 2008

Perşembe, Eylül 18, 2008

he had it coming.



i loved alvin lipschitz
more than i can possibly say.
he was a real artistic guy...
sensitive... a painter.
but he was troubled.
he was always trying
to find himself.
he'd go out every night
looking for himself
and on the way
he found ruth,
gladys,
rosemary and irving.
i guess you can say we broke
up because or artistic differences.
he saw himself as alive
and i saw him dead!

youtube için, buradan.

Perşembe, Ağustos 21, 2008

bir sorum olacak.

hiçbir şey vardan yok olmaz, yoktan var olmaz ise, söyler misiniz bana, bunca sümük nereden geliyor?

Çarşamba, Ağustos 20, 2008

şimdi aşağı yukarı bütün blog sahipleri bloglarına kim nerden girmiş nerden çıkmış biliyor. evet, bunu takip edecek yazılımlar mevcut. yani ey bu satırların okuyanı, saat kaçta hangi i.p. numarasından girdiğini biliyorum.

bu atraksiyonun en eğlenceli özelliklerinden biri de, hangi arama sözcükleriyle buralara düşüldüğünün görülebilmesi. ayrıca bunların ifşa edilmesi de pek sık rastlanan bir blog geleneği. ne var ki benim sevgili blocuğuma (ay ne şeker!!) genelde en fazla "yapboz" ya da "yap boz" hadi o da olmadı diyelim "yap-boz" diye aratıp geliyordu insanlar. ama artık ben de bir blog yazısına konu olacak kadar malzeme sahibiyim. buyrunuz benimkiler:

kendini beğenmiş yazılar (eh işte, bazıları.)
kilo vermiyorum (ben de vermiyorum evet.)
şişman kadın amı (yuh.)
koç burcu kadını (bu benim.)
gerekli şeyler blospot (aradığı ben değildim korkarım.)
çıldıracak gibi olmak (bazen olur herkese. mesela bizim alt katta tadilat var. ama yani evde duvar kalmadı muhtemelen o derece. bir yandan da deli gibi iş yetiştirmem gerek. işte o zamanki ruh halimize çıldıracak gibi olmak diyoruz.)
duvarların dili istanbul (bu hakikaten beni arayan tek kişi olabilir. ama ondan bile emin değilim.)
israille aramızdaki saat farkı (bu noktada faydalı olabilmiş olduğum için gururluyum. saat farkı yok.)
ümit besen i love you (me too.)
indeed ne demek? (bu arkadaş aynı soruyla bir daha girerse diye söylüyorum: gerçekten demek.)
don't tell me ne demek (buna yanıt vermiyorum, zaten soru işareti de yok.)
pırasayı amına soktu (ben de bi google'lıycam sanırım bunu. merak ettim cidden ne çıkacak diye.)
you haha (you haha!)

Cumartesi, Ağustos 16, 2008

engin yaşam tecrübelerime dayanarak şunu söyleyebilirim: hayatta mutluluğun sırrı richard fish gibi biri olmakta gizli. insanın yegane motivasyonu "piles of money" olmalı. geri kalan her şey içinse, bygones.

Cuma, Ağustos 08, 2008

süper antropolojik gönderi.

hani bir çılgınlık eder vururum seni adlı eserde çılgınlık'ın ç'sini karadenizliler gibi telaffuz ediyor ya adanalı ümit abimiz, acaba diyorum, karadenizlilerin silaha olan tutkusuna inceden bir gönderme yapılıyor olabilir mi burada?

Cuma, Haziran 27, 2008

şimdi. bir şeyler olacak gibi. girişebilirsem eğer. fikirler üşüştü. bunun üzerine ben dün gece ne yaptım. evde yaşayan diğer iki kadının da çıkarına olan bir şey yaptım. ayakkabı dolabını indirdim. böylece çizmelerimiz en üstteki iki rafta kışı beklerken sandaletlerimiz göz hizasındaki raflarda dizi dizi dizilerek emrimizi bekler hale geldiler. then i made myself fall asleep while watching nip/tuck. nasıl olsa bugün evdeyim diye.

sonra bugün, babamın en son 19 ekim 2005 günü kullanılmış bilgisayarını indirdim odama. ve açtım. ve baktım. duygu çok iğrenç bir insan, gitsin artık bu evden, istemiyorum, filan yazmamış tabii ama bir sürü şey var okuyacak. ilham alacak. ama ben ne yaptım. bilgisayarı kapadım. fare düzgün çalışmıyor çünkü. zor oluyor dosyaları açması. sonra bakarım.

Cumartesi, Haziran 14, 2008

This is our "Music from A Bachelors Den" - the sound of loneliness turned up to ten. A horror soundtrack from a stagnant water-bed & it sounds just like this. This is the sound of someone losing the plot - making out that they're okay when they're not. You're gonna like it, but not a lot & the chorus goes like this: Oh Baby, here comes the fear again. The end is near again. A monkey's built a house on your back. You can't get anyone to come in the sack & here comes another panic attack. Oh here we go again. So now you know the words to our song, pretty soon you'll all be singing along. When you're sad, when you're lonely & it all turns out wrong. When you've got the fear. & when you're no longer searching for beauty or love - just some kind of life with the edges taken off. When you can't even define what it is that you are frightened of this song will be here. Oh Baby, here comes the fear again. The end is near again. If you ever get that chimp off your back. If you ever find the thing that you lack but you know you're only having a laugh & here we go again. Until the end.

Pazar, Mayıs 25, 2008

tell me what you don't like about yourself.

şimdi, öncelikle kollarımdan hiç memnun değilim doktor. beni olduğumdan şişman gösteriyor. göbekli bir insan olmaktan da bezdim. alnımın orta yerinde, kahkül kestirmeme engel olan ters dönmüş saç tutamından da şikayetçiyim. anneannem burnumu beğenmiyormuş. sol memem de azıcık yukarıya kaldırılabilir.

bir türlü çalışamayan bir insan olmaktan bıktım ayrıca. regresyon mudur nedir. bir yıldır ağlıyorum, aman da bıktım öğrenci olmaktan, bitsin artık, çok sıkıldım diye diye. tez yazmak yerine sosyal bilimler enstitüsüne dilekçe yazdım. ocak sonuna erteledim yine ne varsa.


ben bunları televizyonda izliyordum ara ara. ama fazla takip etmiyordum. meğer hala devam ediyormuş, beşinci sezon bitmiş en son. ben ilk sezonu yeni bitirdim. diğerleri de çorap söküğü gibi gelecek gibi görünüyor. ve sean mc namara, hastayım sana.

Pazar, Mayıs 18, 2008

youtube geri gelmediği sürece burada birtakım beyaz boşluklar olmaya devam edecek korkarım. tabii yurtdışı takipçilerimi ırgalamıyor bu durum. buradan öpüyorum onları da.

Pazar, Mayıs 11, 2008

tesadüfen erken yattığım bir gece keleğe uğrama ihtimalim her daim mevcut. ama kendi adıma hiçbir zaman kimseye kalkıp kek yapmamış olmakla övünebilirim. büyük konuşmak gibi olmasın ama, yapmam da. kimsenin kalbine midesinden gidemem. daha güzel yollar var.

Salı, Nisan 29, 2008

if i needed someone.



bana last.fm hatırlattı. ben de paylaşayım dedim. kısaca telefon numaranızı bırakın, biz sizi ararız diyor şarkıda. pek hoş.

Cumartesi, Nisan 26, 2008

aa bir de, polarcığıma katılıyorum. colin farrell'in penisi. ama bir zahmet arayın bulun. üç dakika bile sürmüyor.
doğru dürüst uyuyamayınca yemek düzenim de altüst oluyor. ama tabii midem bundan pek hoşnut olmuyor. mesela kocaman bir kase dondurma yiyip ardından uyuyakalınca, uyandığımda midemde oluşan his, rakı içtikten sonra uyuyakalmışım da, ondan sonra uyanmışım gibi oluyor. daha fenası artık, bu his, uyusam uyansam, gün ortasında ya da gece yarısında, sürekli benimle. ama bana rakı içtikten sonra midenizde böyle bir his oluşmadığını söylemeyin. lütfen.

virgüllerimden de anlayabileceğiniz üzere, evet, çeviri yapıyorum bu aralar.

Cuma, Şubat 15, 2008

yine her şeyi yapabileceğime dair bir his geldi üzerime. çok çalışabilirim, çok para kazanabilirim, çok alışveriş yapabilirim. new york'a bile gidebilirim.

beyin gücümle yeterince istersem adam green'i istanbul'a konsere getirebilirim. birer hamburger yiyebiliriz beraber.

yakında geçecektir. müsterih olunuz.

Cumartesi, Ocak 19, 2008

-ben çok yalnızım ya, niyeyse ki.
-artık,ben artık acı bile çekmiyorum yalnızlıktan dolayı. acı çeken yerlerim nasır tuttu kaan.
-nasıl yani?
-baya.
-biraz açar mısın?
-sanmıyorum. sanmıyorum.

nasırlarımla barışık olmak istemiyorum. nasırlarımı yumuşatıp yumuşatıp sonra aynı noktadan yara açanlarla da barışık olmak istemiyorum.

Cumartesi, Aralık 01, 2007

Cumartesi, Ekim 06, 2007

aydınlık bir cumartesi gününde, tüller çamaşır makinesinde yıkanırken (belki de aydınlık hissinin sebebi budur) ve kendini çalışmaya başlamaya ikna etmeye çabalarken, insanın kendisini morrissey'e vermesi pek hayra alamet olmasa gerektir. bu arada, morrissey'e "morisiii" demek yasaklanmalı. her zaman demokrat bir insan olmak zorunda değilim.

b vitamini istiyorum. b vitamini gelecek dertler bitecek zannediyorum.

otur adam sandler dinle mis gibi halbuki değil mi. işin gücün mü yok?

Perşembe, Eylül 20, 2007

bir bilgisayar programının kendine ait bir müzik zevki olabilir mi? iTunes isimli arkadaşı ne zaman shuffle konumuna getirsem ısrarla aynı parçaları çalıyor. hayır ben de seviyorum balkan müziklerini elbette, aksi takdirde mp3 arşivimde ne işi olurdu, ama programın bu davranışına akıl sır erdiremiyorum. zaman zaman patrick wolf ve boikot dinlemekten hoşlanıyor bir de.

şimdi izninizle, bir karaoke organizasyonunda söylemek istediğim şarkıların listesini yapacağım. buradan yetkililere duyurulur.

suede - can't get enough
velvet underground - walk on the wild side
adam green - hard to be a girl
lily allen - littlest things (hiçbir mesaj kaygısı yok, yalnızca "ay kant şeayk döös memoriiiz" demek istiyorum ingiliz ingiliz.)
green day - dominated love slave (hmm, bunu mümkünse daha samimi bir arkadaş grubu içerisinde söyleyeyim, aksi takdirde başım ciddi belaya girebilir.)
ümit besen - ıslak mendil (bunu yaptım daha önce, evet.)
fiona apple - paper bag
the ditty bops - angel with an attitude
the beatles - lucy in the sky with diamonds
pulp - live bed show
barry manilow - copacabana

şimdilik aklıma gelenler bunlar. zaten tüm bunları repertuarında bulunduran bir mekan bulmak da kolay olmayacaktır muhtemelen. sevgilerimle.

Cumartesi, Ağustos 04, 2007

duvarların dili.

Duvarların boş kalması memnuniyet verici bir durum değildir aslında. Evimiz duvarlarında posterler, fotoğraflar, tablolar asılı olduğu ölçüde kişiselleşir. Eve “yaşanmışlık” kazandırmanın bir yoludur bu.

Evin dışı için de aynı şey geçerli değil midir peki? Sokaklardaki duvarlar, boyalı ve tertemizken mi; yoksa afişler, resimler, karalamalar ve yazılarla donatılmışken mi daha fazla ipucu verirler bulundukları yerde sürmekte olan yaşam hakkında? İpucu vermenin ötesinde, güzel görünme, yaşama renk katma ihtimalleri yok mudur o yazılı çizili duvarların? İnsan neden duvara yazı yazar, başka birisi buna neden izin vermek istemez?

(...)

Küçük çocukların boya kalemlerini resim defteri yerine duvar üzerinde kullanmayı tercih etmeleri ve ailelerin buna verdikleri tepkiler benzetilebilir belki bu duruma. İzin vermek ya da vermemek gibi iki tercih söz konusudur: ya yaşadığınız evi çocuklarınızla paylaştığınızı sonuna kadar kabullenip onlara sonsuz ifade hakkı tanıyacaksınızdır, ya da evde kuralları birinin koyduğunu ve bu kurallara göre istedikleri her şeyi yapmalarının mümkün olmadığını onlara kabul ettireceksinizdir. Kabul ederlerse ederler, etmezlerse etmezler. Kabul etmiş gibi görünüp sizin fark etmediğiniz gizli saklı köşelerde işlerine devam ediyor olmaları ise kuvvetle muhtemeldir.

"gündelik hayat sosyolojisi" dersi için yazdığım graffiti yazısından alındı yukarıdaki satırlar. bir duyurum var. üniversiteyi bitirme projem için pendik'te çalışırken başladığım blog'umu, kapsamı daha geniş bir şey haline getirmeye karar verdim. elbette ki internet üzerindeki bir dolu emsalinden çok büyük bir farkı yok. ama işte benim gözümün gördükleri bunlar. şu anda yapım aşamasında. ama yine de, buyrunuz.

Cuma, Ağustos 03, 2007

alamet kıyamet. bir de böyle deneyelim bakalım. gelişine göre.

Salı, Temmuz 31, 2007

kendini beğenmiş gönderi.

sosyal hayat bağlamında bir kediye benziyorum, evet. insanların yakınında olmaktan hoşlanıyorum, orası kesin. zaman zaman son derece sokulgan olabilsem de, her zaman çok fazla içli dışlı olmayı sevmiyorum kendileriyle. gereksiz samimiyete gelemem. ama o kadar sevimliyim ki, olur da beni sevmeyecek biri olursa, ben onu hiç sevmem. benden ürken, kaçan olursa, işte o benim merakımı cezbeder. nedenini öğrenmeden rahat edemem.

Cumartesi, Temmuz 28, 2007


gecikti biraz, biliyorum.
ama olsun.
teşhirci değil travestiyiz.

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

büyük bir azim sonucunda midemin eline vermiş bulunuyorum. midemi elime almış da olabilirim elbette. kendimi tebrik ediyorum. çok mu küfürlü konuşuyorum son zamanlarda? bundan rahatsız olan takipçilerim varsa özür diliyorum kendilerinden, bu bir dönemdir herhalde, geçecektir.

iş aramaya başlamak. işte bütün mesele bu. hem şimdi tez üzerine çalışmaya başlamam gerekiyor ya, daha uygun bir zaman olamaz.

Pazar, Temmuz 22, 2007



verdik oyumuzu ufuk hocamıza, geldik. ah bu arada, seçim yasakları nedeniyle bu konuda konuşma iznim olmayabilir tabii. saat sabahın onu çeyrek geçesi, yani aslında hala yataktan çıkma saati değil. böylelikle bir dolu şey sığdırılabilir güne. ya da yatıp biraz daha uyunabilir. hangisini yapacağımı zaman gösterecek artık.

şimdi fark ettim de, zamanında bu şarkıyı beraber söylediğim arkadaşlarımdan biriyle buluşacağım ben bugün. insan algısı ilginç biçimlerde çalışıyor. bilinçdışımızı sevelim.

(klipteki konserde ben de vardım.)

Cumartesi, Temmuz 21, 2007

evet amına koyyim. ben dünyanın en mutlu, en neşeli, en güçlü, en kendine yetebilen, en metanetli kadınıyım. öyleyim. öyle olmamın kimilerine niye bu kadar imkansız geldiğini de anlamıyorum.

hayır mutsuz olsam, bunun yüzüme vurulmasının bana ne faydası olacak, onu da anlıyor değilim. meselelerle başa çıkarken kendime ait yöntemler kullanıyor olamaz mıyım? muhabbetin dışında kalmayı kendim tercih ediyor olamaz mıyım? yüksek sesle konuşmak istemiyor olamaz mıyım? hakikaten gülümsüyor olamaz mıyım?

tek istediğim kendileriyle hoşça vakit geçirmek olan insanların tavsiyelerini dinlemek istemiyorum ben. benim için çoğu zaman, bir kucaklama, bin nasihatten yeğdir.

ondan sonra dinlerim tabii nil karaibrahimgil sabahtan akşama.


yüzümüzü asacak, halimizi soracak, falımıza bakacaklar.
şarkımızı çalacak, yanımızda kalacak, içimize doğacaklar.
uçuyoruz ne güzel kamikaze, önümüze çıkacaklar.

Pazartesi, Temmuz 16, 2007

insanoğlu kuş misali.

ben bu sabah kudüs'teydim. tel aviv'e giden yolda sekiz araba birbirine girmiş, trafik kilitlenmişti. öğlen free shop'ta annem viski alırken ben golden virginia'lara bakıp iç geçirdim. öğleden sonra duşumu aldım. akşamüstü trip'te biramı yudumluyordum.

ah bir de, tuvaletlerinde taharet musluğu olmayan medeniyete ben medeniyet demem arkadaşım.

Pazar, Temmuz 15, 2007

jerusalem.





kutsal topraklara yaptığımız ziyaret dini duygularımı canlandırmak bir yana dursun, din denilen kavramdan ne kadar uzakta durursam o kadar iyi olacağına kendimi bir kez daha ikna etmeme sebep oldu. (cümle olmadı, ama siz anladınız varsayıyorum.) el aksa'nın girişinde görevliler giysilerimizi beğenmedi, ki hazırlıklı gelmiş, yanımızda kendi başörtümüzü bile getirmiştik, pantolon üstüne giymemiz için uzun etekler verdiler. bir tanesi bir de etek üstüne çarşaf giydirmeye kalkıştı bana. itiraz edince "aren't you muslims" deyip bik bik etmeye başladılar. hadi len deyip yürüdük. mescidin içinden hatırladığım tek şey dayanılmaz ayak kokusu. kadınlar yanıma gelip tişörtümle başörtüm arasında kalan açıklığı, yürümekte zorluk çektiğim için kaldırdığım eteklerin altından görünen ayak bileklerimi filan kapatmaya çalıştılar. hayatta kendimi bu kadar rahatsız hissettiğim anlar azdır.

kendimi herhangi bir gruba bağlamak istemiyorum. prensipleri olan bir insan olmak istemiyorum. ama bu cümle bile, kendi içinde bir prensip bildiriyor. alın size mis gibi paradoks. "asla kavun yemem" derken bile bir tedirginlik duyuyorum. kurallar bu kadar sıkı olmamalı. arada kavun da yenebilir belki. ama şiddetin her türlüsüne karşıyım yürekten.

ama burası güzel bir şehir. dün film festivalinde iki gösterime katıldık. biri kısa animasyonlar toplu gösterimi, diğeri ise iç burkucu bir rus filmiydi. sinematek binası muhteşem güzellikte. ne yazık ki oraya giderken fotoğraf makinemi yanıma almayı unutmuşum. hala bunun acısını çekiyorum.

ne diyordum, evet, şehirsever bir kimseyim ben. kudüs'e gelmeden önceki günlerde kaldığımız şehir dışı kasabalarda bir noktadan sonra patlama noktasında sıkıldım. burada ise çok daha iyi hissetim kendimi. ne var ki, günlerdir iletişim kurmakta olduğum insanların en genci benden 15 yaş büyük. yaşıtlarımı özledim.

yarın sabah dönüş yolculuğu. bu kadar yeter. daha fazlası sıkar. gözlerimi kapatıp, topuklarımı birbirine vurarak tekrarlıyorum: there's no place like home, there's no place like home, there's no place like home.

Perşembe, Temmuz 12, 2007

baker.

bir araya getiremeyeceğim birtakım cümleler kurmak üzereyim.
dün bir kalp masajından bahsediliyordu. çapa'da yatıyormuş. bu gece tekrar mail kutuma döndüğümde "ulus" ve "cenaze" sözcüklerinin yoğunluğundan gözlerim karardı. zaten başım ağrıyordu.

kendisiyle çok yoğun bir ilişkimiz olmadı aslında. bir dönem öğrencisi oldum yalnızca. hakkında kurduğum en son cümle ise "zor bir insan" oldu. kuramadığım iletişimin vicdan azabıydı belki.

ölüm sadece ölüleri ilgilendiren bir şeydir. öyle midir? bu konuyla ilgili meselemi henüz halledebilmiş değilim.

ben de üzgünüm.

"gerçek yalan, her şey sensin."

Çarşamba, Temmuz 04, 2007

bir çeşit nostalji.


şu sıralar bir müzik dinleyicisi olarak indie'ci bir tavır içindeysem de, bu konuda ailemden aldığım terbiye, kimi başka çeşitlerden de uzak durmamamı sağlıyor.

yeni türkü'yü uzun zamandır dinlemiyordum. bu gece o uzun zamanın acısını çıkarırcasına dinliyorum. arabayla çıktığımız aile yolculuklarımızın eşlik müzikleri arasında kendilerinin de albümleri bulunurdu bol miktarda.

çok seviyormuşum meğer. ve evet, babamı çok özlüyorum zaman zaman.

Cumartesi, Haziran 30, 2007

tuhaf bir çalışma alışkanlığım var. daha doğrusu en verimli çalışmalarımı hayatımın en sıkıntılı zamanlarında gerçekleştirebiliyorum. komik biçimde en rahatlamış, gevşemiş anlarımda depresyon belirtileri gösteriyorum. canım hiçbir şey yapmak istemiyor. böyle olunca da işe koyulabilmek için kendi sıkıntımı kendim yaratmak zorunda kalıyorum. işleri son ana bırakıyorum.

bir yandan ömrümden ömür götürse de, bu taktiğin bende işe yaradığı kesin. önemli kısmını akşamdan kalma vaziyette son gece hazırladığı ödevden alınması mümkün olan en yüksek notu almış birinin şımarıklığıyla yazıyorum bu satırları. bu zaferin verdiği gazla yapıp yapmamak konusunda kararsız olduğum ödevi de yapmaya karar verdim. zaten bundan alınabilecek en düşük notu alsam bile ortalamama fazla bir zeval gelmeyecek an itibariyle.

ama hemen başlayamam şimdi. önce biraz televizyon. hem buraya bunları da yazmam gerekti. yarın akşam çekeceğim acılar için şimdiden özür diliyorum kendimden.

not: budalacığım, akademik hayatının benim sorumluluğumda olan kısmını da kurtarmış oluyorum bu durumda. heheh.

Perşembe, Haziran 21, 2007

annemin bir babaannesi vardı. (kendi babaannemi hiç görmedim.) ben 15-16 yaşlarına gelene kadar da hayattaydı. zaman zaman kendisine bakıcılık etmem gerekirdi son zamanlarında. "karnım aç ama canım hiçbir şey yemek istemiyor," deyip dururdu. anlam veremezdim. şu anda kendisini daha iyi anlıyorum sanırım.

Çarşamba, Haziran 20, 2007

procrastination.

an itibariyle postkolonyal çeviri teorisi ve bu bağlamda cyrano de bergerac'ın türkçe çevirisinin cumhuriyet dönemi türkiye'sinin nasıl da bir metaforu haline gelmiş olduğu üzerine bir yazı kaleme alıyor olmam gerekli. ama görüldüğü gibi henüz konumu bile doğru dürüst tarif edemiyorum. onun yerine yanda görmüş olduğunuz -gerekli gereksiz- banner'ları yapıştırdım blog'uma. gerçi eğlenmedim değil yaparken. eğlendim.

Perşembe, Haziran 14, 2007

ayacıklarım.

çok sevdiğim ayakkabılarım bana kazık atıyor.
her biri başka yerden vuruyor.

Çarşamba, Haziran 06, 2007

ben sarhoşken herkes sarhoşmuş gibi oluyor ya, en çok onu seviyorum.
bu cümleyi yazmak da on dakikamı filan aldı. ama yazdım.

Pazar, Mayıs 27, 2007

kızgın taşların üstündeki su damlaları -ya da öyle bir şeyler



hiçbir zaman öyle sinemayla yatıp kalkan biri olmadım, sinemanın özel ilgi alanlarımdan biri olduğum bile söylenemez. (currently i'm more of a tv person actually. zaten bunun dilime neler yaptığını gözlemlemektesiniz gayet.) sadece zaman zaman güzel filmler izlemekten hoşlanan, bu filmlerin bir kısmından da fazlasıyla etkilenen biriyim. ancak yakın geçmişte bir hafta filan gibi bir sürede okul arşivindeki françois ozon filmlerini yalayıp yuttuğum bir dönem oldu. bu da o filmlerden birinden fantastik bumbastik bir sahne işte.

en solda görmekte olduğunuz taş abla, ozon'un pek sevdiği oyunculardan ludivine sagnier olmakta. kendisi karnındaki ameliyat iziyle de birlikte, içimi bir fena yapıyor benim. bir de fransız aksanlı ingilizcesi var tabii. öhö öhöm. neyse, ben gidip biraz sex and the city seyredeyim. o da yetmezse biraz johnny depp fotoğraflarına bakarım internette.


az sonra yayınlayacağım şey için (yani sizin az önce izlemiş olduğunuz şey için) arama yaparken buldum bunu. "one thing lead to another" olayı. bulmuş olduğuma da sevindim.

Çarşamba, Mayıs 23, 2007

aman aman.

iki yüz sayfalık tez yazım kılavuzu da ne oluyor. kendisi kaç sayfalık olacak ki bunun?
burada.
bu ne sıcak yahu. sıcak değil de, başka bir şey. nem.
pencere açık uyumaya hoşgeldim.

Cumartesi, Mayıs 19, 2007


"and who by fire,
who by water,
who in the sunshine,
who in the night time,
who by high ordeal,
who by common trial,
who in your merry merry month of may,
who by very slow decay
and who shall i say is calling?

and who in her lonely slip,
who by barbiturate,
who in these realms of love,
who by something blunt,
and who by avalanche,
who by powder,
who for his greed,
who for his hunger,
and who shall i say is calling?

and who by brave assent,
who by accident,
who in solitude,
who in this mirror,
who by his lady's command,
who by his own hand,
who in mortal chains,
who in power,
and who shall i say is calling?"

Perşembe, Mayıs 10, 2007

we are not amused.

no, we are not. not at all. biz kim oluyoruz ki. basbayağı ben işte. badem bıyıklı kasımpaşalılar mı, aba altından sopa gösteren komutanlar mı diye düşünmek istemiyorum. yaz sonuna susuz kalıyormuşuz, kutup ayıları boğularak ölüyormuş, bunlar benim derdim olmasın istiyorum. kendime hala bir tez konusu bulabilmiş değilim, ama bununla da sıkmak istemiyorum canımı. hiçbir şeyle ilgilenmeyeyim ben. ben uyuyayım, uyandığımda her şey çözüme ulaşmış olsun. çok akıllıyım değil mi. daha önce kimsenin aklına gelmemiştir bu. şu son kurduğum cümle de amerikan sitcom'larını gereğinden fazla izlememin bir getirisi olmalı.

her neyse. polartime usülü bitirelim bu gönderi'yi. nellie mckay söylesin hepimiz için: inner peace. i don't need this, i don't see this, all i want is inner peace. evet.
ümit besen "i love you" isimli eserinde şöyle sesleniyor: if you want me, tell me tell me, if you love me kiss me kiss me. pek sevdiğimiz babyshambles çalışması "what katy did next" ise şöyle yaklaşıyor konuya: if you love her tell her you love her, you could be kissing her soon. şimdi bu durumda pete doherty'yi intihalle suçlayabilir miyiz?

Çarşamba, Nisan 25, 2007

topluca bu toplumda bir topluluk
deneylere doğru

dilsizler ordusu, kaval sesleri
sürüler misali bir koyunluk
doğu batı arası köprüymüşüz de
sentezmişiz bir düşte satılık

biz ne suntalar ne cuntalar
flamingo yolları
science-fiction şovları
ve daha neler neler gördük
yedi kat derinde yasaklar
kelimeler bitti tükendi
muska misali bir gizlilik
ve daha neler neler

topluca bu toplumda bir topluluk
deneylere doğru

Cumartesi, Mart 31, 2007

bu dünyada t-box ürünlerinin ambalajları ve reklamları için metinler yazan, ve üstelik karşılığında para kazanan insanlar var. evet.

Cuma, Mart 30, 2007

saçlarım düzleşmeye başladı sanırım. zaten 11-12 yaşıma kadar dümdüzdü, ergenlik itibariyle kabarmaya ve kıvrılmaya başlamıştı. lise yılları itibariyle kafamdan telefon kablosu modeli bukleler sarkıyordu. sonra önce boyu kısaldı, ardından rengi değişti saçlarımın. şimdi alttan alta biçimi de değişiyor korkarım. ergenlik hormonlarıyla kıvrılan saçlarımın, ergenlik çağımın sona ermesiyle eski halini alacağı fikri kısmen anlaşılır. ama işte böyle bir şey olursa bunca yıllık alamet-i farika'm elden gidiyor demek olur bu. bir de işin artık yaşlanmaya başlamamla ilgili kısmı var ki o da gözardı edilemez.

aslında bugün için buraya yazmayı hedeflediğim şuydu: hani televizyon karşısında uyuyakalıp yatağa gittiğinizde bir türlü uyuyamazsınız ya, bu durumda uyku bir çeşit "arzu nesnesi" olarak mu kabul edilir? bence evet.

Pazar, Mart 25, 2007

vak the rock



hayatımda izlediğim belki de ilk klip. bir de yine başka bir ördekli klip olan "sen sen ol heves etme, sigaraya özenme" isimli güzide çalışma vardı. onun dışında beş yaş civarındaki müzikal dağarcığımızı zeki müren, barış manço ve michael jackson oluşturuyordu. zeki müren'in adının "zekimren" olduğunu zannettim ben onun uzun süre. kendisinin normal insan ismi taşımasını o yaşımda olmaz diye bellemişim demek ki. barış manço ve michael jackson da benzer kriterlerde değerlendirilebilir ya, her neyse.

ah evet, bir de emel sayın ve harikulade şarkısı "yıllar yorgun ben yorgun" vardı. doğru.

Pazar, Mart 04, 2007

tıpır da tıpır

gökyüzü gider ayak içini bir güzel dökmeye karar verdi sonunda. çok sevindim buna.
darısı başıma.

Cumartesi, Şubat 24, 2007

otobüsteyken aklıma çok harika bir fikir geldi.
ama unuttum.

Pazar, Şubat 18, 2007

hiçbir şey yapmamanın dayanılmaz hafifliği. yeni bir saç kesiminin moralimi düzeltmesine izin vermenin gönül rahatlığı. öğleden sonra kahvaltısının mahmurluğu. uyku düzenimi değiştirmemi gerektirmeyecek bir ders programı.

güzel şeyler bunlar hep.

Salı, Şubat 13, 2007

saat 05:52.
bilgisayarımın saati öyle gösteriyor. son zamanlar için olağan bir uyanık olma saati. sabah ezanıyla uyuyup baş ağrısıyla uyanıyorum. gündüz uykusunun hediyesi.
uyandığımda saat her şey için çok geç olmuş oluyor. yani kalkıp, kahvaltı yapıp, gazetelere göz gezdirip, televizyonda birkaç dizi seyredip, bir duş almam gerektiğini düşünürsek; evden çıkıp birkaç vasıta değiştirerek, sadece benim hareketsiz hayatımı hareketli kılmaktan başka hiçbir işe yaramamak üzere tasarlanmış aletleri kullanmaya gitmek için pek vaktim kalmıyor. hem zaten, nabız sayımı yükseltiyor olsam bile, harcamakta olduğum enerjiyle elektrik üretmek gibi kutsal bir görev üstlenmiş de değilim.
televizyonda üzerinde ahşap desenleri olan bir ceket giymiş bir adam görüyorum an itibariyle. son zamanlarda televizyonda birçok şey görüyorum zaten. en çok ona baktığım için olabilir. onun dışında yiyorum bir de, bu konuyu hiç aksatmıyorum. kendi kendime vaat ettiklerimi yerine getirmiyorum. yazmayı planladığım yazılar var. okumayı planladığım kitaplar, dergiler, hatta günler öncesinden kalma gazeteler var. onun yerine pişirilebilir oyun hamuruyla küçük hediye paketleri yapmayı tercih ediyorum. o da gerekli elbette bir yerde.
geçici bir tembellik evresi yaşıyor olduğumu düşünmek istiyorum.
şimdi yatmaya gidiyorum.
saat 06:09.

Cuma, Şubat 09, 2007

daha önce hiç tanışmadığınız türden bir diş fırçası.

Cuma, Ocak 19, 2007

bu beyaz boşluk sahibim oldu
kardanadamlar dostlarım oldu
tüm bildiklerim buz olup dondu
soğuk nefesimle hep arar oldum

Cumartesi, Aralık 02, 2006

Pazartesi, Kasım 27, 2006

sevgili günlük,
robbie williams'ın manu chao cover'ladığı, canı tatlı bir şeyler çeken rastamanların çikolata reklamında oynadığı bir dünyada yaşıyoruz artık.
başımıza taş yağacak diye korkuyorum.

Perşembe, Kasım 23, 2006

kilo vermiyorum.

aynen böyle. dikkatli beslenme, sportif yaşam gibi faktörler var hayatımda. şekle giriyorum, kot pantolonlarım da bunu doğruluyor. sonra sabah tuvalete giriyorum, tartıya çıkıyorum. hala 52 diyor. 52. selülitim yok, karın kaslarım bile olacak yakında. ama 52 sayısı bir tokat gibi çarpıyor yüzüme. ağırlığım azalmadığı halde vücut hacmim azalıyor. yoğunluğum artıyor bu durumda.

evet. böyle. fırtınalı bir hayatım olduğunu iddia edemem. en azından şu sıralar.

Salı, Ekim 31, 2006

dışarıda çok fena bişiler oluyor.
an itibariyle rüzgar biraz azalmış gibi görünüyor ama az önce ağaçlar 90 derecelik açı yapıyorlardı.
yağmur desen ona yağmak değil akmak denir.
ürperdiğimi itiraf etmeliyim.

Pazar, Eylül 03, 2006

koç burcu kadını

anlık tepkiler gösterir, bütün cesareti, enerji ve yaratıcılığı anlık bir meydan okumadır. bu nedenle hiçbir şeyden çözülmemiş sorunlar kadar nefret etmez. uzun süre çabalaması gerektiğinde sık sık tahammülünü kaybeder. böylece, aslında uğrunda bütün gücünü harcadığı bir şeye, gerçekten ulaşmak istemediği izlenimi yaratır. evet evet kendimden biliyorum.

Perşembe, Haziran 08, 2006

tek taşını kendi almış!


ben ilk baştan kıllanmıştım. nil karaibrahimgil'den herkes kadar nefret etmeyen biri olarak bu şarkıda ters olan bir şeyler olduğunu düşünmüştüm. buraya da yazmak istemiş, ama sonra üşenmiştim. diyecektim ki, madem maddi özgürlükten dem vurmak istiyor, niçin cipimi kendim aldım diye şarkı yazmamış? bu tek taş da neyin nesi diyecektim, yoksa carrie bradshaw'a özenmiş de kendi kendine evlenmeye mi karar vermiş? ya da artık orta yaş buhranları mı yaşıyor, fikirlerini gözden geçirip, pilav yapmanın, efendime söyleyeyim çocuk bakmanın o kadar da istemediği şeyler olmayabileceğini mi düşünüyor? sonuç itibariyle kendisi dünyanın kaç bucak olduğunu gezmiş görmüş özgür bir kadın, her istediğini düşünebilir.
ancak, işin rengi değişiyor, az sonra! evet, müsaadenizle cosmo'dan aldığımız bir haberi bildiriyoruz şimdi:
"bir kadının en iyi arkadaşı... yeryüzünün mucizesi... güç sembolü... ölümsüz aşkın ifadesi... tanrı'nın armağanı...
insanoğlu elması, bu ve benzeri pek çok tanımla anlatmaya çalıştı. bu yaz güney afrika'da başlayacak olan reklam kampanyasında ise pırlanta bambaşka bir kılığa giriyor. 'dünya kadınları sağ elinizi kaldırın' sloganıyla başlayan kampanyada bağımsız kadının kendine aldığı tek taşı, sağ elinin yüzük parmağına takması işleniyor. türkiye'de yaptığı 'pırlanta' şarkısıyla nil karaibrahimgil de bu akımın temsilcilerinden. o da 'tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım' diyor şarkısında."
şimdi bu noktada hala "aa ne güzel, destek!" diyenleriniz var mı bilmem ama işte adı üstünde, reklam kampanyası. bildiğiniz gibi nil hanım kızımızın mesleği de reklamcılık. yani anlayacağınız kendisi feminist bir akımın temsilciliğini yapmıyor, güney afrika'daki elmas madenlerinin işletmecilerinin müşteri portföylerine bekar bağımsız kadınları da katma çabalarına yardımcı oluyor. bunu da iyilik olsun diye yapmıyor elbette. bu arada türk cosmo'sunun genel yayın yönetmeni güney afrika'ya davet edilerek onun da bu konu hakkında bir yazı kotarması sağlanıyor. evet evet, organize işler bunlar.
mazhar fuat özkan'ın sarı laleler şarkısının çıkışıyla istanbul büyükşehir belediyesi'nin lale devri hareketinin birbirine tesadüf etmesi şimdi ne kadar naif görünüyor, değil mi?

Pazar, Mayıs 14, 2006

Cumartesi, Nisan 29, 2006

uh-huh oh-yeh!




















13 temmuz 2006'da, harbiye açıkhava tiyatrosu'nda. bu adam çok başka. hayatımda çok konser kaçırdım. nick cave'de tatilden dönüyordum, elvis costello'da tatildeydim, ian brown konserinin olduğu gece kuzenim sözlendi (evet sözlenmek), manu chao için param yoktu. bu sefer imkanları ciddi biçimde zorlayacağım. bu adamı dünya gözüyle göreceğim. pulp'la beraber hayatımda izlediğim en iyi konser olacak, buna eminim.

Perşembe, Nisan 20, 2006

muhtaç olduğum kudret, damarlarımdaki asil kanda mevcut. kendimi biraz daha ikna etmeliyim sadece.

Salı, Mart 07, 2006

yüz bin tane defter satın alıp ardından hiçbirine bir şey yazmaya kıyamıyorum. ya da bir kısmına bir şeyler yazıyorum ve sonra ilk sayfasına bir şey yazılmış yüz bin tane defterim oluyor.

Perşembe, Şubat 23, 2006

bu gece yapmam gereken topu topu dört sayfalık bir çeviri var. ve ben onun yerine vaktimi hiç acelesi olmayan e-mail'ler yazarak harcamayı tercih ettim. şimdi de oturmuş bunu burada anlatıyorum. iflah olmayacağım korkarım.

Çarşamba, Şubat 22, 2006

adsl'den kaynaklanan bir sorun yüzünden sanırım, ekşi sözlük'e giremiyorum birkaç gündür. bu üzerimden bir yük kaldırıyor bir anlamda.
yakında okul başlayacak. ne zaman bittiğini anlayamadan daha tuhaf yeni sıkıntılarla ensemde olacak yani. bir yandan da heyecan verici olduğu inkar edilemez gerçi. transkriptime ve özgeçmişime eklenebilecek yeni bir paye kazanmak üzereyim üstelik.
söylemek istediklerim şimdilik bu kadar. belki sonra tekrar.

Pazar, Şubat 19, 2006

insanları sevebilmem için bana iyi davranmaları yetiyor. kindar biri olamıyorum asla. bu iyi olsa gerek.

Çarşamba, Ocak 25, 2006

iki tane seçenek var: bir şeyi yapabileceğin konusunda kendine güvenemeyip aslında yapabileceğinden çok daha azını yapmak, ya da cüretkar davranıp yapabileceğini sandığın şeyi yüzüne gözüne bulaştırma ihtimalini göze almak. başka seçenek yok korkarım. ne fenaymış.

Pazartesi, Ocak 02, 2006

gerekli şeyler

söylemek gerek
dinlemek gerek
hem dinlemek hem söylemek
konuşmak gerek

dokunmak gerek
öpüşmek gerek
hem öpüşmek hem dokunmak
sevişmek gerek

gelmek gerek
gitmek gerek
hem gitmek hem gelmek
görüşmek gerek

atlamak gerek
sıçramak gerek
hem sıçramak hem atlamak
oynamak gerek

doğmak gerek doğmak gerek
ölmek gerek ölmek gerek
hem ölmek hem doğmak
yaşamak gerek
her şeyi bilmek, her bir halttan anlamak zorunda değilim. ama bir kısmını anlasam kötü olmayabilir.

Pazar, Ocak 01, 2006

başlamakta olan yılın geride kalan yıldan daha iyi geçmesi için çok fazla şeyin olması gerekmiyor. dolayısıyla umutluyum ben. yeni yılda daha fazla yazı yazmayı, daha fazla kitap okumayı ve daha fazla resim yapmayı diliyorum. bunun başkalarına da faydası olacaktır eminim.

Pazartesi, Aralık 26, 2005

Koşturmak boş durmaktan iyidir
Boş durmak boş koşmaktan yararlı
Hoş tutmak gönlü, yas tutmaktan çok zormuş
Yaşlanmak her dökülen yaprağın arkasından ağlamak gibidir
Hayatta erken emeklilik seçim değildir, kadere bağlıdır
Yazgıdır
Hayat ince bir çizgi, narin bir çalgıdır
Yüzlerce yıl emek veren insanin
Hasat zamanı ölü tohumları mıdır?
Her güne yeni umutlarla açılan gözler
Yalanlarla aldatılan gözler
Dolanlarla ağlatılan gözler
Bir güzel sözle güler
Akıtılan her damla ter yok oluşu engeller
Negatif değillerse, art niyetli değillerse eğer, bu böyle
Devam eder
Dilediğim her şey olmuyor
Çabalar bazen çok nafile
Nargilenin dumanına benzer hayallerim
Sadece beni zehirler ve uçup gider
Kafileler gibidir insanlar
Bazen seni seyreder giderler
Herkes kendine paha biçmiş
Bende karşılıksız bir çek
Emeklerim dostluktan yana, ama olmuyor !
Anneme sordum niçin böyle
Ama baktım o da ağlıyor

Kanadımı kırdılar uçamadım anne
Savaşa soktular koşturdum
Kalbini açamayan herkesin aklına
Eğriyi doğruyu ben soktum
Sonbaharda dökülen yapraktım
İlkbaharda geri geldim ben
Aileme dostuma selamlar olsun
Gökkuşağındaki bir rengim ben

Çarşamba, Aralık 21, 2005

hakkımda birtakım bilinmeyen gerçekleri açıklıyorum.*

-kavun yemem.
-12 yaşıma kadar saçlarım pırasa gibiydi. dolayısıyla günün birinde mavi gözlü olamayacağıma kimse inandıramaz beni.
-sol elimin işaret parmağının iç tarafında kallavi bir ben var.
-i scream for ice cream.
-eskiden en sevdiğim renk kırmızıydı. artık sarı ve kahverengi hariç her rengi en sevdiğim renk kategorisine sokabiliriz.
-kalemkutum her zaman ağzına kadar doludur ama çoğu zaman sadece bir tek kalemle idare ederim.
-kalemi sağ elle, makası sol elle tutarım. yemek yerken hangi elimi kullandığımın bir önemi yoktur. sigara içerken de öyle.
-pek titiz değilimdir ama lavabodaki saç tellerine dayanamam.
-yaz mevsiminde kışı, kış mevsiminde yazı özlerim.
-adımı az kalsın deniz üstünde doğacak olduğum için deniz, nisan ayında doğduğum için nisan koymayı düşünmüşler ama sonra vazgeçmişler.
-liste yapmaya bayılırım.
-belirsizliğe katlanamam.
-fight club'ı ve matrix'i televizyonda izledim. seven'ı hala izlemiş değilim.
-toplardan çok korkarım. beden eğitimi dersleri travmatik anılardır benim için.
-denizden babam çıksa yerim. ama artık biraz zor çıkar :/
-sitcom seyrederken kondüsyon bisikletine binerek ciddi form tutmuşluğum var.
-çocukken limon kolonyası içer, mavi tenekedeki nivea kremlerinden yerdim. hala hayattayım buna rağmen.
-11 yaşındayken evden kaçmaya niyetlendiğim gecenin gününde annemle alışverişe gitmiş olduğum için sanırım, becerememiştim bunu.
-kırtasiye manyağıyım. nezih ve kabalcı'ya gömdüğüm paralarla belki de kendime süper jet bir bilgisayar alabilirdim.
-kolay ikna olurum.
-sivilce sorunumu hala daha yenebilmiş değilim.
-iflah olmaz bir procrastinator'um ve bu sözcük için türkçe bir karşılık bulmak istiyorum bir ara.



*:hadi len.

ernie, my man.


susam sokağı'nda edi bir gün öykü yazmaya heveslenir. hemen alır defterini, kalemini, kalemtraşını silgisini dizer masanın üstüne. sözlüğünü şusunu busunu hazırlar. hepsini teker teker sever okşar bir güzel. sonra arkası silgili sarı kurşun kalemlerinin her birinin ucunu açar. sıra öyküyü yazmaya gelmiştir ama bir türlü başlayamaz. bir sürü kağıt buruşturulup çöp sepetini boylar.

o benim işte.

Pazartesi, Aralık 19, 2005

hayatımda hiç bu kadar kar yağsın istememiştim. bir yandan da kaliforniya'daki portakal bahçelerimizde olmak istiyorum. ya da en güzel sahne şu olabilir: dışarıda kar yağarken biz pencerenin gerisindeki portakal bahçemizde dalından kopardığımız portakalları yiyerek kar yağışını seyrediyoruz. fonda da cohen söylesin. "she serves tea and oranges that came all the way from china," desin. çayımız da olsun earl grey. ödevimiz olmasın hiç. suluboya resim yapalım, otobiyografiler okuyalım. ağlayalım ama mutsuzluktan değil. boynumuzda el örgüsü atkılar, dizlerimizin üstünde battaniye olsun. battaniyemiz bizi yaşlı göstermesin. uyumadan hemen önce aklımızdan geçen rüya içerikli düşünceleri kağıda yazmak da zor gelmesin.

bu yaştan sonra "loser" rozeti takacak değilim elbette, ancak radyoda "kaybedenler kulübü" yayınlanıyor deseler ne de güzel dinlerim ben onu.

Cumartesi, Aralık 17, 2005

bir an için kendimi her şeyi yapmaya muktedir hissederken hemen ardından dünyanın en beceriksiz, en basiretsiz insanıymışım gibi geliyor. ve bu bana çok sık oluyor.

Cuma, Aralık 02, 2005

ben bugün öteki istanbul'a gittim.

koyu yeşil bir göz kalemim, üç boyutlu "kızlar için abdest ve namaz" kitabım, "yaratılış gerçeği serisi 9: hayvanlarda kamuflaj ve akılcı davranışlar" cd'im ve birtakım fikirlerim var artık.

Salı, Kasım 15, 2005

"bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemen kokusu, bu mehtaplı gece
parıldamakta devam edecek ben basıp gidince de
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da
bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu asrın sureti çıktı sadece

ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha
güzelim dünya elveda,
ve merhaba kainat."

Cumartesi, Ekim 29, 2005

babama ne olmuş

hayatta en katlanamadığım şey belirsizlikken, belirsizlik denen şeyin gelip hayatımdaki en büyük sınav halini almış olması.

Salı, Ekim 11, 2005

let the sunshine in.

saçlarım uzadıkça saçlarımın uzun olmasını ne kadar sevdiğimi yeniden anlıyorum.

Cumartesi, Ekim 08, 2005

bir kazak, bir parfüm, bir mekan, vapur demirine dayanmış ayaklar ve çağrıştırdıkları insanı birdenbire güzel bir nostalji duygusuna alıp götürüyor. bu esnada yanında hissettiklerinin çok benzerini hissedebilen bir arkadaşın olması da cabası. şu anda yaşanmakta olan zamanların oldukça güzel zamanlar olduğu gerçeği belki de o zamanları bu kadar iyi biçimde anmamızı sağlayan. mutluyum ben.
her şey olması gerektiği gibi. muhtaç olduğum kudrete de sahibim. bu iyi.

Pazar, Ekim 02, 2005

metamorphosis


dünyayı değiştirmeye gerek yok, dünya sürekli değişme halinde. mesele onu sürekli memnun kalabilecek bir hale getirmek. dünyayı üzerimize uydurabilmek için sürekli kendimizi değiştiriyoruz aslında, öteki türlüsü mümkün olmadığı için. genç olmakla ilgili olan mesele de bu: sürekli değişerek, deyim yerindeyse kendini gerçekleştirmek. bunu başarırsak dünya için de iyi bir şey yapmış oluruz zaten. "bütün olmak parça olmaktır" çünkü ilk başta, ne kadar sağlam bir parça yaratırsak, bütünün sağlamlığını o kadar garantileriz. süreç, güzeldir. bu süreci paylaşmak faydalıdır. ilham vericidir, umut vericidir. kelebek olmadan önce tırtıl olmak gereklidir. kelebek kısa ömürlü olsa da güzeldir. zaten onu değerli kılan, kelebek olana kadar katlandıklarıdır.

(hiç gerçekleşmemiş bir radyo programının "manifesto"sunun tasarısıydı bu.)